Sultanahmet, Ayasofya ve Topkapı çizgisi üzerindeki birinci İstanbul silueti, göreli olarak az tahribatla devam etmekte ve İstanbul’un en önemli manzarası olarak zihinlerimizde, gönüllerimizde yer almaktadır. Hiç şüphesiz ki büyük şehrin ikinci silueti Nuruosmaniye, Süleymaniye ve Yavuz Selim Camii çizgisinde Haliç’ten bakıldığında en muhteşem manzarasıydı. Büyük ve ebedi İstanbul’la Haliç’teki kayık içinde, Galata rıhtımında nerede olursanız olun adeta kucaklaşırdınız.
VANDALİZM SARDI
1940’lardan beri bu siluet epey darbe yedi. Önce zamanın basınında bile yer aldığı üzere Biyoloji Enstitüsü (mamafih bunun mimarı olan merhum Ekrem Ayverdi büyük bir gayretle son katını 1950’lerde yıktırmıştır) ve de onunla hiç mukayese edilemeyecek vandalizm etrafı sardı. Süleymaniye’den Rüstem Paşa Camii’ne inen hattı olur olmaz binalar ve kat otoparkları istila etti.
İnsanlar Süleymaniye’nin orada yapılmasını sağlamak için Mimar Sinan’ın kazdığı yeraltı dehlizlerini ve atık su kanallarının ne durumda olduğunu bilecek gibi değiller. Haritası çıkarılmış değildi; (son zamanlarda bu yapıldı mı, bilmiyorum). Fakat bunların üzerine yapılan lüzumsuz binalar yüzünden Süleymaniye temellerinin tehlikeye girdiği mühendislerce ifade edildi. İkinci bir görgüsüzlük de Unkapanı’ndaki Azebhane yahut Sokullu Mehmed Paşa Camii’nin sol tarafından geçen lüzumsuz ve çirkin metro köprüsüdür. Aslında Süleymaniye civarında bir metro istasyonu kurmak da şehircilik açısından hangi akla hizmet eder, onu bilmiyoruz.
ARTIK ARABA PARKI
Büyük İstanbul’un (Suriçi) hiç değilse yarı kısmının metroya ihtiyacı olmadığı açıktır. Bir ara Eminönü Belediyesi denen bu saha, akşamları ancak birkaç bin kişinin barınıp gezdiği bölümdür. Şimdi daha başka bir şeyler başladı. Süleymaniye Mahallesi adamakıllı tahrip görüyor. Restorasyon diye garip binalar yapılıyor. Güya görüntüyü bozmasın diye yapılan binalarda bile estetik unsur ve sanatçılık yok. Senelerden beri Süleymaniye Projesi bitmeyen uyduruk pehlivan tefrikasına dönüştü.
Bu arada Süleymaniye Camii’nin dış avlusuna, yani gördüğümüz taş duvarların arkasındaki avluya kadar her yere bir yığın araba park ediliyor. Bunların kim olduğunu çok merak ediyorum. Dedikodulara göre müftülük personelinin araçları önde geliyormuş. Bizde böyle imtiyaz meraklılarının sadece müftülük personeli olduğunu zannetmiyorum; herhalde civardan birtakım esnaf da buna dahil oluyor. Son derece çirkin bir manzara! İnsanların indinde eserlerin uhreviyatını zedeliyor, maziyle bağlarını kuracak büyük şehrin 500 asrının hikâyesini kavramaya yarayacak tahayyülleri bozuyor.
Bu nedir demeye kalmadı, aynı duruma Nuruosmaniye Camii’nin avlusunda da rastlanıyor. Üstüne de koymuşlar; “Müftülük personeline aittir” diye. Nuruosmaniye, Osmanlı barokunun hoş bir örneğidir. İki padişah devrinde tamamlandığı için bu ismi taşır. Bu 18. asır eserinin giriş merdivenlerinden kubbesine kadar kendine özgü bir havası vardır. Çarşının yürüme bölgesi içindedir. Yürüyüş bölgesinde araba park etmek hangi zihniyete sığar, onu da bilmiyorum.
TAHAMMÜL EDİLEMEZ
Şehri batıran insanlar bazılarının çok sık tekrarladığı gibi görgüsüzler veya ön planda nereden geldiği belli olmayanlar(!) değildir. Onları bu işe sevk edecek cesareti önce bu beldenin okumuş yazmış, servet sahibi veya görmüş geçirmişleri sağlar. Burada böyle bir durum görüyoruz. Bu binaların etrafına polisin zırhlı araçları veya ambulanslar dışında, ki bunlar geçici olarak orada bulunur, araç görmeye kimse tahammül edemez.
Siz hiç Milano’da Duomo’nun ve Floransa Katedrali’nin ve Signoria’nın önünde böyle manzaralar görüyor musunuz? Köln’de aslında 19. asırda yapılan katedralin önünde böyle bir çapaçulluk var mı? Kremlin Meydanı’nda veya Isfahan’da Nakş-ı Cihan denen nefis meydanda araba park edildiğini gördünüz mü? Burada niye görecekmişiz?